Canım Ailem

Son bir aydır maç ve türevi yayınlar dışında pek televizyon izlemiyorum. İzlediğim üç-beş dizi var, onları da son zamanların modası olarak netten izliyorum. Canım ailem de bunlardan bir tanesi oldu. Sıcak, güzel kah yürek burkan kah güldüren bir dizi. İlgimi çeken hususlara gelirsek şöyle maddeleyebiliriz:

- Uğur Yücel'in performansı hakkında pek bahsetmeye gerek yok. Beklenen bir performans zira. Şöyle ağzını doldura doldura 'canum ciğerim' demesine bitiyorum desem yeridir. Ki bu kalıbın şahsım için ayrı bir önemi vardır. Böyle güzel kullanılınca da ayrı bi hoşuma gidiyor.


- Ezgi Mola, yani Feride, suratında devamlı bir gülümseme, hafif tombulluğu da tatlılığına tatlılık katıyor. Oyunculuğu da gayet başarılı. Kendi dünyasında mutlu ve umut dolu insan rolleri için biçilmiş kaftan.


- Şebnem Bozoklu, nam-ı diğer Meliha, dizinin bir numaralı yıldızı diyebilirim. Hareketleri, tavırları, konuşmaları herşeyi on numara. Hele 'Samim seni öldürürüm' demesi yok mu. Nerdeymiş bugüne kadar, bu yaşa kadar niye keşfedilmemiş bu yetenek diyordum aslında. Lakin şu an öğrendim ki 20.08.1979 doğumluymuş. Vay anasını demekten kendimi alamıyorum.


- Dizideki şahsi yıldızım -en azından ilk 4 bölüm için- İlker Aksum yani Halim. Birbirlerini seviyorlar, güzel bir ilişkileri var. Birgün birisi geliyor. İçine bir his düşüyor. Kötü şeyler olacak. Sevdiğini elinden kaçıracak. Engel olmak için bir şeyler yapması gerek. Tüm bunları o kadar güzel oynuyor, ve o kadar güzel aktarıyor ki -en azından bana- onun olduğu bölümleri ayrı bir zevkle izliyorum. Bu diziye kadar sempatiyle baktığım bir oyuncuydu artık devamlı takip edeceğim oyunculardan biri oldu.

Pelesenk

Son zamanlarda kendimle ilgili yeni bir şey farkettim. Farkettim diyorum zira yeni yapmaya başlamadım sanırım. Daha önceleri de böyle bir huyumun olduğunu düşünüyorum fakat detayları hasebiyle bir garip geldi bana olay. Olay ise şu, her sabah ağzıma bir şarkı pelesenk olmuş halde uyanıyorum. Daha yataktan kalkar kalkmaz başlıyorum bir şarkı mırıldanmaya. Gün içersinde de devam ediyorum söylemeye, ta ki aklım o günün işleriyle meşgul olana dek. Şöyle ki; sabah uyandığımda tertemiz bir hafıza, orada bir şarkı oluyor. Şarkıyı söylüyorum söylüyorum daha sonra gündelik yaşama dair bilgiler hafızamda yer etmeye başladıkça unutuyorum o şarkıyı. Bilgisayar ram'ini andıran bi mekanizma bir nevi.

Farkettikten sonra bir kaç gün olayın safhaları üstüne kafa yordum biraz. Geceleri yatarken müzik dinlerim mutlaka. Uyusam bile o biraz daha devam eder çalmaya. Ben uyurken en son dinlediklerim bilinçaltıma giriyor heralde, sabahları da o şarkılardan birini söylüyorum diye düşündüm. Fakat birkaç günlük istatistik sonucu farkettim ki sabahları dilime dolanan şarkılar arasında bırakın o gece dinlediğim bir şarkıyı belki de aylardır dinlemediğim şarkılar bile çıkabiliyor. Önceleri baya kafa patlattım nedenleri üstüne, düşündüm acaba bir özelliği var mı şarkıların diye -bilhassa son zamanda dinlemediklerim olanlarda- ama saldım artık. Hatta şu aralar yeni -ve tek- eğlencem diyebilirim. Hiçbirşey için değil sırf sabah hangi şarkıyla uyanacağım diye günlerin çabucak geçmesini istiyorum. Bunlar ise son 7 günün şarkıları:

Olmaz Olsun - Sezen AKSU -->
Kime Ne - Ajda PEKKAN -->
Everyway That I Can - Sertab ERENER -->
Allam Allam Seni Yar - Cansu KOÇ -->
Unutuldular - PİNHANİ -->
Helal Ettim Hakkımı - Sezen AKSU -->
Mazi Kalbimde Bir Yaradır - İNCESAZ -->

p.s: Pelesenk kelimesini dağarcığıma sokan biricik kardeşim M.'e bir selam çakmadan da olmaz hani. Seninle bulaşık yıkamayı bile özledim lan..

Diyalog

++ Selamunaleykum.
--- Aleykumselam.
++ Rakı var mı abi?
--- ?!?!

Çelişki

Kötü dönemlerdeyken, kendimizi iyi hissetmediğimizde, içimiz acıdığında bize değer veren en yakınımızdaki kişilerin belki inanarak belki inanmayarak söylediği moral verici, "geçecek bunlar" temalı cümlelerine aldırış etmiyoruz, burun kıvırıyoruz. Hatta bizi anlamadıklarını, bu hislerin asla geçmeyeceğini söylüyoruz. Ancak aynı olaylar sevip değer verdiğimiz kişilerin başına geldiğinde bu sefer aynı cümleleri inanarak veya inanmayarak biz söylüyoruz. Amaç aynı. Sevdiklerimize destek olmak. Onların daha fazla üzülmemesini istemek. Ama yine de düşününce bir garip geliyor insana. Hepimiz biraz ikiyüzlüyüz galiba..
Birşeyler ters gittiğinde herşey ters gitmek zorunda sanırım. Ne kursta, ne işte, ne evde kısacası hiçbiryerde işler yolunda gitmeyip, hayat berbata yakın seyredince kendime suni mutluluklar yaratmak istedim. Ama 10 yıldır oynayıp, kitabını yazdığım bilgisayar oyununda bile başarılı olamıyorum. Orda bile işler yolunda gitmeyince bu kanıya vardım. Tüm bunları düşünüp yeteri kadar daraldığımda ise suçu 2008'e atıp yılbaşına gün sayıyorum. Ne değişecekse sanki bir anda. Umut işte, fakirin ekmeği ne de olsa. Her kışın bir baharı varmış ya, bekliyoruz bakalım. Nasıl kışsa artık, kutuptayım sanki. 7 ay oldu hala bitmedi..

Hayırlı Bayramlar

Dikkat!!

Mekan; bizim ev.
Zaman; dün sabah 8.30 suları.

Abim işe gitmeye hazırlanıyor. Bizim evi bilenler için söylüyorum -deniz tarafındaki kale demicem tabiiki- holdeki aynanın karşısında son rötüşlerini yapıyor. O arada dış kapıdan anahtar sesleri geliyor. Diyor ki içinden; "Heralde dedemdir, ekmek almaktan falan geliyordur." Sesler biraz sürünce kafasını uzatıp kapıya bakma ihtiyacı hissediyor. Fakat gördüğü manzara düşündüğünden daha değişik. Karşısında dış kapıdan kafasını içeriyi süzmek amacıyla uzatmış ne idüğü belirsiz birisi. Bir anlık bir gözgöze gelme faslının ardında abimin 'noluyo lan' deyip adım atmasına zaman kalmadan eleman kaçıyor. Eleman bir dakika geç bir dakika erken gelse, evin içinde karşılaşsa bizden biriyle neler olurdu Allah bilir. Sabahın sekiz buçuğunda, milletin işe gitme saatinde bu ne yaman cesarettir pes doğrusu. Neyse ki verilmiz sadakamız varmış, kazasız belasız atlattık bu vakayı.

Son zamanlarda babam her fırsatta tembihlerdi, 'evde olsanız da kapıları kilitleyin' diye. Ben ise sallamazdım pek, 'gündüz gündüz hırsız mı gelirmiş' diye. Demek ki geliyormuş, o kadar karartmışlar artık gözlerini. Demek ki babaların bir bildiği varmış..

Kapılar mı? Son raddesine kadar kilitli.. Bakkala giderken bile evden çıkmak bir dakkamızı alıyor. :)

Z Raporu - Kasım'08

  • Kursta web'e geçtik. Emareleri yakında bu blogda.
  • Anne-babayı hacca gönderdik. Kutsal topraklardan dua isteği için son tarih: 28 Aralık
  • Düzenli spora başladım. Ne kadar düzenli devam eder, muamma.
  • Hazirandan beri gitmediğim sinemaya bir gittim pir gittim: 5 film. İzmir günlerini hatırlatan bir performans.
Öncelikle fenerli arkadaşları tebrik edelim. Öyle ya da böyle üstüste 5 maç kazanmak önemli bir şey. "He he fener galatasarayı, biz feneri" muhabbetine -en azından bir süreliğine- son verdiler.

Bu sonucun baş kahramanı başrol Denizli'yle başlayayım. Kadroları bir gördük Tello, Holosko, Bobo yedek. Hadi Tello'yu anladık adam sakat. Holosko 4 haftadır sahada gezindiği halde adamı kazanmak uğruna her hafta maça onunla başlıyorsun ve geçen hafta nihayet forma girdi onu da anladık. Peki bu adam forma girmişken, fener kazanmaktan başka şansının olmadığı maça tek defansif orta sahayla çıkmışken, Kadıköy'de bu sezon Holosko gibi hızlı, defans arasına kaçan forvetlerin oynadığı Kayseri 4, Arsenal 5 atmışken Holosko niye kadroda olmaz? Neymiş taktikmiş, maçı berabere götürüp ikinci yarı sokacakmış. Fenerin zaafları belli. Defansı hızlı adamlar karşısında aciz durumda kalıyor. Geldiğinden beri nasıl oynuyorsan öyle oyna, at ilk yarı iki tane bitsin maç. Ama yok. Beşiktaşlılık karakteri var nasıl olsa. İlla biz bir kanser olacağız maçı izlerken, rahat maç izlemek haram zaten bize. Hücüm hattı böyleyken, defans tam skandal. Geldiğin anda çağdaş futbolda yeri olmayan 3'lü sistemi defansa oturttun. Öyle böyle iyi bir uyum sağladın Toraman-Zapo-Sivok üçlüsüyle. Adamlar tam alışmışken böyle önemli bir maçta aniden 4'lü defansa geçmek hangi akla hizmettir. Onuda geçtim bu dörtlünün göbeğine Zan gibi el bombasını monte etmek hangi akla mantığa sığar. Zapo-Zan ikilisinin uyum sağlayamadığını herkes gördü de bi sen mi göremedin önceki maçlarda. Yenilen ikinci golün tek sebebi Zapo-Zan uyuşmazlığı. Zapo Güiza'yı almış arkasına ofsayt olacak, Zan ofsaytı bozuyor. Sonuç; gol. Hafta içi açıklama yapıyorsun; 'Beraberlik sadece son maçta şampiyonluğu getiriyorsa iyidir' diye. Maça çıkardığın kadroya bak. Turşuları bidon bidon yedin resmen, perhiz merhiz hak getire. Bu kadroyu gören oyuncunun bilinçaltı demez mi: 'Ulan demekki beraberliğe çıkıyoruz.'

Anladık ki Denizli de egolar üstü yüce şahsiyet Terim'in futbol literatürene soktuğu hastalığına yakalanmış. Nedir o hastalık? Kamuoyunun tam aksinde bir-iki hamle yapacaksın, maçı alacaksın sonra da millet diyecek 'Çok büyük hoca ya'. Ama hesaplar uymuyor işte. Defansın hataları yapar hakem de böyle atarsa adamı -gerçi adam haklı biyerde. bugüne kadar galatasarayla fenerde çalışmış, plan yaparken hakemi hesaba katmıyor ki hiç. etse de hep lehine ediyor zaten- sen de eblek eblek sırıtırsın maçtan sonra.

Gelelim yardımcı rol Bünyamin Gezer'e. Pek de kötü yönetmedi aslında maçı. İki ofsayt golünde kararları doğru. Güiza-Zan pozisyonunda Zan hamlesini önce yaptı, ayağını önce o koydu topun önüne. Devam kararı da doğru bence, penaltı ağır bir karar olurdu. Ama Cisse'nin ilk kartında bırakın kartı faul bile tartışılır yahu. Chucky Lugano'nun Nobre'ye arkadan çelme takarak yaptığı bir faul var ki, Nobre kurtulsa -yanılmıyorsam- üçe bir gidecek Beşiktaş. Faul var ama kart yok. Faul olmaz, kart olmaz faulü görmedi dersin geçersin. Ama sen faulü verip kartı vermiyorsan insanların kafasını kurcalıyorsun ister istemez. Kısacası Cisse'yi haksız atmıştır. Bu da maçın gidişatını bariz şekilde etkilemiştir. Beşiktaş'ın 41. dk.'ya kadar maçın hakimi olduğu bir gerçek. Oyun 11-11 devam etseydi golü bulurduk. Ha bu defansla daha gol de yiyebilirdik orası ayrı. Ama "büyük ihtimal" yenilmezdik. Keşke o ihtimale hakem değilde takımlar karar verseydi.

Şimdi fenerliler diyecekki her maç ağlıyosunuz hakem diye. Yalnız şöyle bir şey var. İki senedir İnönü'de şampiyonluk maçında fenere yeniliyoruz. Aklı başında hiçbir Beşiktaşlı hakeme bahane bulmadan kabullenip tebrik ediyor fenerli arkadaşları. Ama iki senedir Kadıköy'de yenilgilerimizde hakemin bariz etkisi varsa da bunu söylemek hakkımız olsa gerek. Sahi iki senedir Kadıköy'de ev sahibi lehine yapılan hatalara, neden İnönü'de hiç rastlanmıyor acaba. Bir zahmet düşünüversin fenerli arkadaşlar üç sene önce 'Şampiyonluğun sahada kazanılmadığını öğrendik' diyen Aziz Yıldırım'ın açıklamalarının ışığında...

Geliyoruz!!

Özlemişim İnönü'yü. Gittiğime değdi doğrusu. Her zamanki gibi yer yer sahadan çok kapalıyı izledim. Bayrak olayından şahsi beklentilerimi karşılamasalar da performansları yine mest etti bünyemi.

Sıra geldi fener maçına. İki-üç sezon sonra tekrar favori olarak gidiyoruz Kadıköy'e. Ondan öncesi malumunuz. Seri bozmalar, rahat maçlar, kalecisiz galibiyetler vs.. He son üç sezondur yeniliyormuyuz? 2-2 ve 0-0'lık beraberliğin üstüne geçen sezon 2-1'lik bir mağlubiyetimiz var ki son dakikada olanları herkes hatırlıyor zaten. Neyse gelelim bu haftaki maça.

Fener bu sene iyi değil biliyoruz. Defansı yavaş yavaş toparlanır gibi görünse de her an kişisel hataya yapmaya müsaitler. Beşiktaş, istenilen seviyede olmasa da üç büyüklerin bu sezon en istikrarlı iyi futbol oynayanı. Sivok ve Zapoyla toparlanan defansına ek olarak Denizli geldikten sonra yüksek form yakalayan Tello liderliğinde hücümda bir istikrar yakaladı. Fenerbahçe, 3 hafta önce galatasaraya karşı yaptığı takım savunmasını yapabilirse maça ortak olabilir. Yani hatasız oynayacak sağlam geri dörtlü önünde iyi basan iki ön libero. Bu sezonki klasik fenerbahçe gibi oynarlarsa kazanmaları zor. Tabi Selçuk Şahin'in öyle bir performansı yılda bir iki kere anca gösterebileceğini düşünürsek ibre Beşiktaş'tan yana gibi duruyor.

Bence ilk golü biz atarsak çok rahat kazanırız, ilk golü biz yersek beraberliğe daha yakın bir maç olur. Fenerin tek şansı hatasıza yakın oynayan bir defansın önünde, önliberolarla orta sahayı kilitleyip Alex liderliğindeki hücum hattından maçın ilk golünü bulmak. Üstünlüğü yakaladıktan sonra daha kontrolsüzce üstüne gelecek olan Beşiktaşı kontra toplarla zorlamak, 3 hafta önce galatasaraya yaptıkları gibi. İlk golü biz bulursak, normalde bile garip hatalar yapan fener defansı yüklenirken ne gibi açıklar verir, o açıklara Tello ve Holosko başta olmak üzere biz nası gireriz varın siz düşünün.

Bence kilit nokta ilk gol. Golü biz atarsak fark olur. Golü biz yersek, beraberlik veya zor bir galibiyet olur. Kısacası evinizi yatınızı satın çifte şans 0-2 oynayın. Son olarak;

Burası Beşiktaş, alayına gider
Uğraşma bizimle götoğlanı fener
Bu hayat dediğin elbet birgün biter
Azrailin biziz götoğlanı fener..

Daha çok havaya girmek isteyenler için:
http://www.youtube.com/watch?v=APsIRg-M0Jo

Tümer bonusu:
http://www.youtube.com/watch?v=mWK3yOrLMxI

Sansür bonusu:
Video izlemek için bizi arka yollara, tünellere zorlayanları da Allah bildiği gibi yapsın. Amin.

Nerde Benim Damalım!!


Çarşı'nın düşünce, para toplama, bayrakların yapımı süreçlerini yaklaşık bir ayda tamamladığı organizasyonu yarın görücüye çıkıyor. Dev bayraklar dalgalanacak yarın ve ilerleyen haftalarda İnönü'de, eskisi gibi. Bilhassa Ertuğrul Sağlam'ın kovulmasından sonra söz vermiştim tüp kafa gidene kadar stada gitmeyeceğime fakat bu organizasyon vesilesiyle yine ağır bastı işte aşkımız, lanet olsun içimdeki Beşiktaş sevgisine.

Eskişehir ile oynuyoruz yarın(bugün). Bugün fenerbahçe ve galatasarayın Ankara'dan golsüz beraberliklerle dönmesi endişelendirdi açıkçası beni. Zira sağolsun takımımızın en büyük hastalıklarından birisi, kendinden önce oynayıp puan kaybeden diğer iki büyüğün ardından onlara uyup puan kaybetmesi. İnşallah doğru düzgün oynayıp yarın her zamankinden çok daha güzel olacak stad atmosferinde, Kadıköy'deki derbi öncesi keyiflerimizi kaçırmak yerine ikiye üçe katlarlar.

Şampiyon Beşiktaşım ne istersen iste benden
İstersen donatalım dört bir yanı bayraklarla
İstersen çınlatalım dört bir yanı şarkılarla
İstersen eğlenelim davullarla zurnalarla

Not: İlk ev dışı yazım. Eviyle ve bilgisayarıyla bu yazıya hayat veren İ.'e burdan selam olsun..

Senden Sonra #2

Senden sonra
Tufan
Hayallerim yıkık
Dünyam viran

'Mustafa' Üzerine

Daha önce yazmıştım bu filmi ne kadar heyecanla beklediğimi. Salondan çıktığımda çok da aradığımı bulamamıştım aslında. Ama genelde beğenmiştim yani. Daha çok sevmiştim Atamı. Daha yakındı artık bana. Zira karanlıktan korkabilen, aşık olabilen, bir şarkıdan dahi etkilenebilen, hüzünlenip ağlayabilen bir insanmış o da. Benim gibi yani.

Sonrada yapılan yorumları okuduğumda ‘Allah allah ben mi yanlış filme gittim acaba’ dedim. Eleştirilen kısımlara daha dikkatli gözle bakmak üzere filme bir daha gittim. Ama yok fikirlerim değişmedi. Hatta filmden daha çok ayrıntı bekleyen ben, Can Dündar adına sevindim bile. Bu kadar şeye bu kadar sert eleştri geldiyse daha değişik ayrıntılar olsa neler olacaktı acaba.

Filmde çok içki ve sigara içen içkici biri olarak gösteriliyormuş. Arkadaş ilkokul 3 den beri biliyoruz ki bu insan sirozdan ölmüş. Sirozun nedenlerini bilmiyodun heralde bugüne kadar.

Savaşlara çok az yer verilmiş. Başından beri üstüne basa basa belirtiyor adam, bu filmde Atatürk’ün insani yönüne ön plana çıkaracağız diye. Savaş izlemek istiyosan Kurtuluş'u, Cumhuriyet'i izliyeceksin.

Filmde bir diktatör gibi gösteriliyormuş hatta diktatör denmiş. Arkadaşım insanlar kıçı kırık üç-beş kişilik gruplarında bile karar alamaz hale gelince biri çıkar, sazı eline alıp böyle böyle yapıyoruz der. Verilen kararlar dil değişikliği, yönetim değişikliği, kıyafet değişikliği gibi ağır önemli konularken, dönemin şartları ve halkın vizyonu göz önüne alındığında tabii ki Atatürk gibi bir liderin sazı eline alıp böyle böyle deyip gerekli gördüğü değişiklikleri keskin bir şekilde bir anda değiştirmesi lazım. Bu değişikleri seneler önce kafasına koyup yaverine not aldırması da onun ileri görüşlülüğünün başka bir kanıtı ayrıca. Bütün bunları -diktatörlük rejiminin aksine- kendi için değil de milleti ve onların geleceği için yaparken sen çıkıpta filmde diktatör gibi gösterilmiş hatta dillendirilmiş diyorsan yuh derim. Kaldı ki filmde geçen diktatör kelimesi fransız bir gazeteye ait.

Filmde bir çok kadın geçiyormuşta, savaşta bile aşk mektupları yazabilecek kadar kadın düşkünü olarak gösteriliyormuş. O da insan, o da erkek arkadaşım. Hisleri, duyguları var, sevecek aşık olacak. Hatta şahsi düşüncem odur ki, bu duyguları onu daha da güzelleştiren ayrıntılar. Mektup meselesine ise Can Dündar’ın kendi cevabını vermek istiyorum:

“ ‘Askerlerimin hususi inançları çok defa ölüme sevk eden emirlerimi yerine getirmelerini çok kolaylaştırıyor. Filhakika onlara göre iki semavi netice mümkün ya gazi veya şehit olmak. Bu sonuncusu nedir bilir misiniz? Dosdoğru cennete gitmek. Orada Allah'ın en güzel kadınları hurileri onları karşılayacak ve ebediyen onların arzusuna tabi olacaklar. Yüce saadet..’

Sorarım size bu mektubun neresi aşk mektubu? ”

Film çekilirken Atatürk'ün manevi kızına danışılmaması art niyetten başka bir şey olamazmış. Her daim yanlarında bulunan yaverlerinin, hizmetlilerin hatıralarımı daha çok gerçeği yansıtır yoksa Atatürk öldüğünde 6 -yazıyla altı- yaşında olan manevi kızının hatıralarımı?

Bi de şöyle diyorlar. Atatürk'ü karalamak isteyen yobazlar, Atatürk düşmanları bu filmi pekala kullanabilirlermiş. Bu film yapılmadan önce karalamak isteyen yine bir şeyler sallayıp, atıp tutup karalamıyormuydu sanki. Bu filmi izledikten sonra mı başladılar karalamaya hedef göstermeye? Evet bu insanlar tehlikeli bu ülke için. Yalnız onlar kadar tehlikeli bir tabaka daha var. Atatürk'ü kendi koydukları çerçevede sınırlayıp -belgeleriyle kanıtlansa bile- diğer bütün görüşlere karşı çıkanlar. Bu insanlar kendilerini en has Atatürkçüler diğer herkesi ise Atatürk düşmanı gibi gösterip onun üzerinden nemalanan siyaset yapan insanlar. Yobazlar ne kadar tehlikeliyse bu ülke için bu insanlar da o kadar tehlikelidir benim gözümde.

Türk milletinin liderine hangi gözle bakması gerektiğini, liderinin milletinin kendisine nasıl bakmasını istediğini, bizzat liderinin içinde bulunduğu bir anektodla aktarayım:

Cumhuriyet ilanının 10. yılı. Yurt çapında büyük etkinlikler düzenlenecek. Sokaklara afişler asılacak. Seçenekler arasından beğenilenleri Mustafa Kemal'e sunuyorlar, o hangisini seçerse onlar hazırlanacak. "En Yüce Türk Atatürk", "Atatürk. Türklerin En Yücesi" gibi afişler hazırlanmış. Mustafa Kemal'e hangisini hazırlatalım diye sorulduğunda bunları beğenmediğini, afişte şu sloganın kullanmasını istediğini söylüyor:
"Atatürk. İçimizden Biri"

Mustafa Kemal'in demek istediği, ben bu milletin içinden çıktım bunları başardım. Sizde başarabilirsiniz. He ama bahsettiğim insanlar diyecek ki Atatürk'ü küçültmek istiyorlar,bunlar Atatürk düşmanı vs.

Son olarak Atatürk dendiğinde ilk akla gelen insan olan ve bu konuda en yüksek krediye sahip olan Can Dündar'a bile ihanet gibi suçlamalar yapılıyorsa, başka biri yapmış olsa bu filmi ne yapılırdı tahmin edemiyorum doğrusu.

2008'e Açık Mektup

Sayın 2008,

İlk 5,5 ayın için askerdeydim desem yeterli olur sanırım. Yer yer güzel anlarım tabii ki oldu. Hayatı tanımam açısından yararı oldu, doğrudur. Ancak tercih edilmeyecek bir yaşam süreci olduğu aşikar. Kısacası genel olarak kötü geçen bir 5,5 ay. Sonra sivil hayata alışkanlık iki hafta sürer deyip, ikinci yarın için umutlar beslerken ilk yarını mumla aratan berbat bir yaz-sonbahar performansı. Hiç belki falan deyip skalayı genişletmeme gerek yok, kesinlikle hayatımın en kötü yazını geçirdim sayende. 5\6'ini geride bıraktım. Hiçbir sürecinde vasata dahi ulaşamadı moralim. Senden arda kalan en yoğun hisler acı ve sancı. Üstelik bana tüm bunları yaparken ciğerimi ziyadesiyle üzmen de cabası.

Son bir haftadır öyle garip his varki içimde sanki çok kötü şeyler olacak. Hissediyorum. Hala bitmediğin aklıma gelince hislerim kuvvetleniyor. Daha kötüsü bu histen, her an kötü bir haber alma hissinden artık bunalmaya başlamadım. Her ne yapcaksan son hamleni yap ve bit artık
.

2007 vermişti zaten sinyalleri ama bu kadar berbat geçebileceğini düşünmüyordum doğrusu. Yakın bir gelecekte biteceğini daima kafama vurarak, son İzmir günlerini doyasıya keyif alamadan yaşatan bir ilk yarı; İzmir’i bitirip evine dönen -çok sevdiği İstanbuluna gelmesine rağmen- sudan çıkmış balığa benzer bir bünyeyle yaşanılan ikinci yarı. Bütün bunlar birer işaretmiş ama dedim ya bu kadarını da beklemiyordum.

Hülasa seni sevmiyorum 2008, babanı da sevmezdim zaten. Çocuğundan da pek umutlu değilim..


Sancılarımla,

Senden zerre haz etmeyen aamet jr.

Change


Ve bir 'rüya' -daha- gerçekleşti. 'I have a dream' cümlesiyle belleklere kazınan, ırkının beyazlarla eşit haklara sahip olmasını savunan siyahi lider Martin Luther King'in rüyası. Çok değil bundan 40 sene önce -insan ömrü için uzun bir süre olsa da devletler ve dünya tarihi açısından kısa bir zaman dilimi- beyazlarla aynı ortama giremeyen, aynı okula gidemeyen, aynı otobüse dahi binemeyen siyahi ırkın bir temsilcisi süper güç Amerika'nın bir numaralı adamı seçildi.

Amerika'da, Türkiye'de ve bütün dünya ülkelerinde -pek de anlam veremediğim- bir sevinç var. Hadi biz severiz ezilmişin, itilmişin yanında olmayı ama bütün dünya böyle yapınca bir düşünüyor insan. Bence iki önemli nedeni var bu sevincin:
1 - Siyahi olması : Annesinin beyaz bir Amerikalı olması, yaşadığı hayat incelendiğinde elit seviyede bir yaşantısı olması ve hatta "Ben kahverengiyim" demesi dahi diğer başkanlardan en bariz farkının kısa bir süre önce ikinci sınıf sayılan bir ırktan gelmesi yani siyahi olması gerçeğini değiştirmiyor.
2- George W. Bush : 8 yılık başkanlık sürecinde yaptıklarıyla Amerikan halkı dahil herkesin nefretini kazanan bu adam; Obama'nın deri rengi ve sunduğu 'change we need' temalı propagandası kadar etkili oldu desek pek yanlış birşey söylemiş olmayız sanırım. Kim gelse böyle bir sevinç olacaktı zaten dünya çapında. Bir nevi 2002 Türkiyesi ve Ecevit vakası.

Peki Türkiye nasıl etkilencek bu işten? Seçim propagandası boyunca Türkiye hakkındaki görüş ve düşünceleri pek iç açıcı değildi doğrusu Obama'nın. Ermeni soykırımı -sözde-, Kıbrıs ve Kürt meseleleri hakkında çok tartışılacak görüşleri vardı. Fakat siyaset bilimciler Rum ve Ermeni seçmenlere yönelik bu gibi vaadlerin her seçim döneminde demokrat adaylar tarafından verildiğini fakat başkan seçildiklerinde bu vaadlerin devlet politikası gereğince rafa kaldırıldığını söylüyorlar. Bekleyip göreceğiz...

p.s : Luther King'in 'I have a dream' temalı ünlü konuşmasında öyle bir cümle var ki, yeri gelmişken değinmeden geçemiyecem.
Şöyle demiş;
"We hold these truths to be self-evident: that all men are created equal"
Meali;
"Şunu kendinden menkul bir gerçek kabul ederiz ki, bütün insanlar eşit yaratılmıştır."

Sessiz Melodi

Birçok oksimoron tabir duydum, kullandım ama böylesiyle de ilk defa karşılaştım. Sessiz melodi ne lan. Ama eloğlu yapmış işte.

Efenim derstesiniz, cep telefonunuz öyle bir çalsın ki siz duyun ama hocanız duymasın. Veya evde ailecek otururken sevgilinizle mesajlaşıyorsunuz. Ama anne babanız telefonun sesini duymasın istiyosunuz. Artık çözümü var. Yüklüyosunuz sessiz melodiyi, özel frekansı sayesinde belli bir yaşın üstündeki kişiler (takriben 30-35) duymuyor. İlk gördüğümde şaka sanmıştım ama denedim hakikaten duymuyorlar. Buyrun bu da linki;
http://rapidshare.com/files/52162090/sessizmelodi.mp3.html

Cumhuriyet Bayramı

"Türk milleti! Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim. Ne mutlu Türküm diyene!"
M. Kemal ATATÜRK

29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun. Cumhuriyetin 85. yılında gerçek hayatta özgürlükleri sağlayamamakla kalmayıp internette özgürlükleri kısıtlayan zihniyete de yazıklar olsun..



Konuşmanın tam metni ; http://www.ataturk.de/Ataturk/10__yil_nutku/10__yil_nutku.htm

Yıldırım Demirören Yeter!!!

Sezonun 7 haftası geride kaldı. Lider, ligin tek namağlup takımı Beşiktaş.

Sami Yen'de cimboma 3 de atsak, Kadıköy'de fenere 5 de atsak, Mayıs 2008'de şampiyon da olsak ağzımdan düşmeyecek tek tezahürat:
Yıldırım Demirören yeeeeeteeeeeeeer!!!

Çünkü ben artık senelik başarılar değil altyapısı sağlam başarılar istiyorum. Daha da önemlisi kaybettiğim Beşiktaşlılık duruşu ve onurunu geri kazanmak istiyorum.

Duy sesimi(zi) tüpkafa...

Karting


1,5 – 2 aydır bir karting sevdası aldı başını gidiyor bizde. Bizden kasıt kuzenler. Aktivite günümüz olan perşembeyi 1,5 aydır kartingsiz geçmiyoruz. Hatta doyumsuz pehlivanların gazıyla bir-iki cumartesiye de karting organizasyonu sıkıştırmışlığımız var hani. Öyle tek pistle de kalmıyoruz. Bir hafta Zincirlikuyu’dayız, bir hafta Maltepe’de, bir hafta Kartal’dayız akabinde Tuzla’da. Sınır yok pist olsun yeter. Arabalara pek ilgi duymayan, 2 ay öncesine kadar karting yapmayan ve hızdan da pek hazetmeyen şahsıma dahi zevkli geldi ise herkese tavsiye etmek boynumun borcudur.

Yalnız bu perşembe gördük ki karting sezonu bitmiş. Olumsuz mevsim şartlarının (yağmur, çiğ vs.) etkisiyle kayganlaşan pistte araba hakimiyeti güçleşiyor. Artık ilkbaharın gelmesini bekleyeceğiz dört gözle.

Senden Sonra

Senden sonra
İki paralel doğru olduk mutlulukla
Sonsuza dek yolları kesişmeyecek.


Müzik

Müzik bir çok kişi gibi benim içinde hayatımın hatta günlük yaşantımın vazgeçilmez unsurlarından bir tanesi. Yalnız bende şöyle bir durum var. Ben hiçbir zaman amaç olarak müzik dinlemiyorum. Yani diğer bütün aktivitelerden elimi ayağımı çekip müzik dinlediğim olmamıştır bugüne kadar. Müzik hep araç olmuştur günlük yaşamımda. Yolculuk ederken, bilgisayarda bişeylerle uğraşırken, dükkanda dururken, bulaşık yıkarken vs. O işleri katlanılabilir veyahut daha zevkli hale getiren şeydir benim için müzik.

Müzik yelpazemden biraz bahsedecek olursak, çok klişe kaçacak fakat benim için gerçekten cuk oturan bir tanım var: “Kulağıma hoş gelen herşeyi dinlerim.” Bazıları bu cümleyi hiç beğenmiyor, eleştiri noktalarıda şu: “İnsanın belli bir tarzı olmalı.” Herşeyi sınıflandırmakta, kategorize etmekte usta bir toplum olduğumuz için müzik zevkini de illa bir sınıfa koymak istiyorlar sanırım. - Zaten toplumda yüzleştiğimiz bir çok sorunun ana kaynağıda bu olayları, kişileri, kuruluşaları sınıflandırma hastalığından ileri geliyor ya neyse bu apayrı bir yazı konusu - Her türlü TSM eserine ilaveten Tarkan’dan Yalın’a, Pinhani’den MFÖ’ye, Avril Lavinge’den Blue’ya, Ceza’dan İbo’ya, Feridun Düzağaç'tan Yavuz Bingöl'e kadar enterasan bir skala varken ben bu türü nasıl tanımlayayım sorarım size.

Onların içinde bir tanesi var ki özel olarak anmak istedim onu. Sezen Aksu, halk diliyle sezen. Fazla bir şey yazmıcam, zira o da ayrı bir yazı konusu. Sadece, keşfetmemde katkısı yadsınamaz olan Ş.’ye şükranlarımı bir kez daha sunup yazıma noktayı koyuyorum efenim.

Yeter

Ne zaman bir kelle istense teknik direktörünü herkesin önüne atarken kendini suçsuz ilan ettiğin için,

İki gün önce Lucescu’yla konuştuğunu cümle alem bilmesine rağmen evine çağırdığın Sağlam'a 'kimseyle görüşmedik senle devam ediyoruz' deyip gerçeği söyleyecek basiretin olmadığı için,

'Arkasındayız' dediğin teknik direktörlerini 5 gün geçmeden gönderdiğin veya istifaya zorladığın için,

'Paf takımıyla çıkacağız' deyip ertesi hafta hiçbirşey olmamış gibi davrandığın için,

Kafayı Fenerbahçeye takıp Galatasaray’ı kardeş külüp ilan ettiğin için,

Galatasaray’ın 92-93 sezonunda bize neler yaptığını unuttuğun için,

93'deki şike skandalının başrol adamıyla Papermoon’da oturup yemek yediğin için,

O yemekten sonra 'Galatasaray ligi alsın, biz de kupayı' dediğin için,

Ve de en önemlisi;
Yıllardır savunup övündüğümüz Beşiktaşlılık duruşunu, Beşiktaş’ın en büyük temsilcisi olarak 4,5 yılda yerle bir ettiğin için,

YETER DEMİRÖREN... YETER

Hayat

“Hayat, biz gelecek hakkında planlar yaparken başımızdan geçenlerdir.”
John Lennon

Ben galiba bu sözde bahsedilen grubun bir üyesiyim, vereceği kararları bugünkü getirileri değil de yarınki getirilerini düşünerek alan. Peki öyle mi, yarını düşünerek bugünü -John’un deyişiyle hayatı- kaçırıyormuyuz gerçekten de? İlk bakışta verilebilecek evet cevabı mantıklı gibi gelse dahi bence cevap hayır. Evet karar aşamasında düşünce önceliği olarak yarını alıyoruz ama bu bugunü es geçtiğimiz anlamına gelmiyor. Şöyle ki ‘yarın’daki getirilerini düşünerek karar alıyoruz fakat karar aşamasında kullandığımız doneler ‘bugün’e ait doneler. Evet getirilerini düşünürken bugüne değil yarına öncelik veriyoruz fakat verdiğimiz kararı bugunkü olaylar etkiliyor. Yani hayatımız etkileyecek kararları alırken ‘yarın’ı düşünüyoruz lakin yarın için aldığımız o kararı ‘bugün’ belirliyor.


Hayata bir de şöyle bakan gözler var. “Sen yeterince iste ve çabala. Hayat istediklerini sana verir.” Öyle mi gerçekten de? Birçok şeyin sadece istemekle olmadığı herkes tarafından tecrübeyle sabittir zannedersem. Peki yeterince istek ve maksimum çaba hayatın bize istediklerimizi vermesi için yeterli mi? Bazen yeterli bazen değil. Yeterli olmadığı olayları bu cümleyi savunan insanlara anlattığınızda ise size verecekleri cevaplar farklı olsa da belli bir çerçevede toplanacaktır. “Ama sende imkansızı istemişsin.” İmkansız? Peki ama kime göre neye göre? Sana göre imkansız olabilir, belki bence olası. Ona gore imkansız mı, belki bence tam da olması gereken şey.

Sonuç olarak hayat çözülmesi oldukça zor bir soru. Biz matematikçiler iyi biliriz ki ,en basitinden en zoruna, bir sorunun çözülebilmesi için yapılması gereken ilk işlem analizdir. Sonra bu analize bağlı çözüm yolları üretirsiniz. Lakin o çözüm yollarını uygulayabilmeniz ancak ve ancak bir dış kuvvetten -bazen bir hoca, bazen bir arkadaş, bazense bir başkası tarafından yazılmış bir kitap- alacağınız yardıma tabidir. İşte hayat da tam böyle birşey. İyi bir analiz, hayatı anlamak onu çözmek ve dolayısıyla mutlu olmak adına büyük bir adımdır. Fakat hiçbir şey asla sizin elinizde değildir, ancak ve ancak üçüncü şahısların size yardım ettiği kadar onu çözebilir ve mutlu olabilirsiniz...

Mustafa



Millet olarak derin bir tarihe sahibiz. Bu tarihin sayfalarında muhteşem zaferler ve olağanüstü kişilikler var. Hatta bu zaferlerin birçoğu sadece bizim tarihimizde değil dünya tarihinde dahi önemli yerler tutuyor. I. Dünya Savaşı'nın kilit lokasyonu Çanakkale'nin geçilmez olduğunu bizden çok İngilizler, Anzaklar biliyor. İstanbul'un Fethi, Kavimler Göçü ve Fransız İhtilaliyle birlikte yeni bir çağ açan üç tarihi olaydan bir tanesi. Her zaman düşünmüşümdür. Böyle bir tarih başka bir milette olsa -misal Hollywood'uyla rakipsiz Amerika'da- kaç kez filmleri yapılmıştı acaba.

Ve Mustafa Kemal Atatürk...Onun değerini bizden çok dünya biliyor. Gelmiş geçmiş en büyük liderlerden biri olduğunu herkes kabul ediyor. O tüm umutlarını yitirmiş, artık topraklarının yeni yöneticilerini bekleyen bir milleti çöktüğü yerden tekrar ayağa kaldırmaya kendisini adamış bir lider. İmkansız gibi görünen bu işi onlarca olumsuzluğa rağmen başaran ve sadece ayağa kaldırmakla kalmamış kısa zamanda yaptığı sayısız devrimle "muasır medeniyetler" seviyesini yakalamayı kendine amaç edinen yepyeni bir devlet kuran bir lider.

İşte Mustafa onun hayat hikayesini Selanik'ten Dolmabahçe'ye anlatan bir film. Projenin başında duyulduğunda pekde şaşırılmayan bir isim var: Can Dündar. Sarı Zeybekle Atatürk'ü bize en iyi şekilde aktaran Can Dündar'ın projede aktif rol alması filme beslediğim umutlarımı daha da arttırıyor. Filmin müziklerinin altında imzası olan isim Goran Bregovic. Atatürk gibi balkan kimliğine sahip Bregovic'in varlığı kendini oldukça hissettirmiş. Fragmandaki balkan ezgili müzik gerçekten çok etkileyici. Fragmanlarını izleyip tüyleri dikenleşmeyen, vücüdu sıradan bir film fragmanına verdiği tepkiyi veren kişinin Türklüğünden şüphe ederim şahsen. Can Dündar'ın dediklerine bakılırsa Atatürk'ün bugüne kadar anlatılmamış insani yönlerinin ön plana çıkacağı bir film olacak. İsminin neden "Mustafa" olmasıyla ilgili verdiği bir cevap ise çok hoşuma gitti. Diyorki Can Dündar:
" 'Kemal' ve 'Atatürk' onun sonradan edindiği isimler çünkü… 'Mustafa'da biz, onun en yalın haline ulaşmaya çalıştık. Onu sadece annesinin çağırdığı isimle hatırlamak ve hatırlatmak istedik."

G.O.R.A ve Recep İvedik'i çok severim, aklıma estikçede açar izler tekrar tekrar gülerim. İlk çıktığında gidip gülüp gülüp üç ay sonra "ıyygh bunamı gülüyorsunuz" diyen entellerden değilim. Lakin eğer mustafa bu filmler kadar izleyici sayısına ulaşamazsa, gerçekten bir yerlerde çok ciddi sorunlarımız var demektir.

Fragmanlar ve her türlü bilgi için http://www.mustafa.com.tr/

Beşikten Musalla Taşına



Beşiktaş'lı olmam beni tanımaya başlayan birisinin hakkımda ilk öğrendiği şeylerden biri olmuştur her zaman. Beşiktaşlılık bir nevi üst kimlik benim için, son ayların moda deyimiyle. Aileden böyle yetiştim ben, babam sağolsun. Gittiğim ilk maçı hatırlamıyorum bile. Babam anlatır. Hatırladığım ilk maç 15 Ekim 1989 etiketli. Adanademirspor desem futbolla ilgilenenler hatırlıcak zaten. Bilmeyenler için kısa bir hatırlatma yapalım. Beşiktaş'ın 10 - 0 kazandığı, futbol tarihine geçen bir maç. İlk buluşmamızı unutmamam için fazla çalışmış anlaşılan kartalım.

O günden itibaren her gün büyüyen bir sevgi var içimde. Öyle bir sevgi ki, anlatmak çok zor. Futbola ilginiz ve hatta bir kulübe gönül bağınız yoksa anlamak daha da zor. Öyle bir sevgi ki bu size getiriden çok götürüsü olur. Pazartesi haftaya nasıl başlayacağınıza o karar verir mesela; mutlu veya mutsuz, asabi veyahut keyifli. Hafta sonlarını iple çektirir. Maç günü maç saatini beklemek, buluşacağınız yere sevgilinizden önce gidip onu beklemekle eşdeğerdir. Onunla buluşacak olmanın verdiği heyecan, ya görüşemezsek diye hissettiğiniz endişe ve onu gördüğünüz an bedeninize sığmayan çoşku.

89-92 arası kazanılan ard arda 3 şampiyonlukdan ve elimizden paralarla alınan 4. şampiyonluktan sonra ilk şampiyonluğumuz 95-96 sezonunda gelmişti. O sezondan itibaren çok bekletti bizi kartalım. 100. yılımızda 2003'de geldi ondan sonraki ilk ve ne yazıkki son şampiyonluğumuz. Ergenliğimi ve gençliğimi kapsayan son 12 seneye sadece iki şampiyonluk sığdırabilmişti kartalım. Ama dedim ya o günden beri her gün büyüyen bir sevgi var içimde, bir türlü gelmeyen başarılara inat günden güne eksilmeyen aksine daha da artan bir sevgi bu. Sevdiğiniz halde size yüz vermeyen aşık gibi yapmıştı bizi kartalım. Daha çok tutuluyoduk ona günbegün. Sevinmek için sevmemiştik ne de olsa...

Bu sevgiyi hala anlamayanlar bir de şu pencereden baksınlar. Kendimi bildim bileli ailemle beraber her dönemimi yaşayan yegane varlık Beşiktaş. Düşünün.. İlkokulda, ortaokulda, lisede yaşadığınız onca anı ve insanı düşünün. Neredeler şimdi? Kaçı yanınızda? Ya tüm bu tecrübelerle gidilen üniversite? Mezuniyet gününüzü hatırlıyomusunuz? Ne demiştiniz arkdaşanıza? "Bu sefer ayıramayacak hayat bizi. Hem artık büyüdük. Sınıf veya okul arkadaşlığı değil bu. Hayatı paylaştık seninle, öyle kolay kolay kopmayız." Nerde şimdi o arkadaşlar. Bir elin parmaklarını geçmiyorlar değil mi -o da aynı şehirden arkadaş bulacak kadar şanslıysanız-. Peki ya bundan sonrası? Büyük ihtimalle ailenizde yalnız bırakıcak sizi ilerde. Yani standart bir hayat yaşarsanız hayatınız boyunca yanınızda olacak yegane varlık, siz birakmazsanız tabi. Bu yüzden Beşiktaşlılık bana babamdan kalan miras değil, oğluma olan borcumdur, onu hayatı boyunca bırakmayacak...

Kara bir yaz daha bitti ve şükür Allah'a bir kez daha kavuştuk kartalımıza. Her sezon gibi bu sezonda ümitilyiz. Son yıllardaki en zayıf tarafımız olan defansataki sorunlarınıda halletmiş bir takımla geliyoruz. Orta sahasını güçlendirmiş, forvet hattına kaptanlık pazubandlarıyla beraber sorumluluk ve yüksek motivasyon vermiş bir takımla geliyoruz. Zapoyla, Sivokla, Toramanla, Telloyla, Holoskoyla, Boboyla, Delgadoyla ve büyük takım tecrübesini kazanan Ertuğrul Sağlam'la geliyoruzz.. Sıkı durun.. SAĞLAM GELİYORUZ...

Merhaba

Bu işe daha önceden başlamamış olmamın en büyük nedenlerinden biri birşeyler anlatmak için insan seçmem sanırım. Konuşmaktan fazla hoşlanmadığım için olabildiğince az şey söyleyerek -böyle olmamda üşengeçliğiminde biraz payı var sanırım- anlatacaklarımı bitirip bi an önce susmuş olmak. Hal böyle olunca bişeyler anlattığım insanın hayatımı biliyor olması gerekiyor ki, anlatıklarımdan birşeyler çıkarabilsin.

Aslında şöylede açıklayabiliriz. Birşeyler anlatmak için hep hayatı daha çok paylaştığım insanları tercih ettim. Anlattıkça paylaştığım şeyler doğru orantılı olarak büyüdü. Paylaştığım oran büyüdükçe daha çok şey anlattım. Ve hayatımda iki tip insan oluştuğunu farkettim. Hakkımda çok şey bilenler ve çok şey bildiğini sanıp pek de birşey bilmeyenler. Amacım hayli büyüyen bu uçurumu makul bir seviyeye getirmek. Bu blog tabii ki bu uçurumu azaltmayacak fakat en azından kendimi insanlara anlatmak konusundaki amatörlüğümü yenmeme yardım edecektir
top